Her Tanık Mahkemeye Çağrılır mı? Güç, Kurumlar ve Vatandaşlık Üzerine Bir Sorgulama
Toplumsal düzenin ve iktidarın doğasını anlamaya çalışan bir siyaset bilimci, her zaman şu soruyla karşı karşıyadır: Hakikat kimin sesiyle dile gelir? Mahkemede tanık, görünürde gerçeğin taşıyıcısıdır; ancak siyaset bilimi perspektifinden bakıldığında, tanıklık yalnızca hukukun değil, aynı zamanda güç ilişkilerinin de bir yansımasıdır. Bu noktada “Her tanık mahkemeye çağrılır mı?” sorusu, sadece bir hukuki mesele değil, aynı zamanda bir siyasal sorgulamadır.
Tanıklığın Siyasal Anatomisi: Devlet, İktidar ve Kurumlar
Bir devletin tanığı çağırma biçimi, o devletin iktidar mekanizmalarını nasıl işlettiklerini gösterir. Mahkeme, yalnızca adaletin değil, aynı zamanda ideolojik bir düzenin de temsilcisidir. Foucault’nun “bilgi iktidardır” tespiti, bu bağlamda adaletin tarafsızlığına gölge düşürür. Çünkü tanıklık, kimin konuşabildiği ve kimin susturulduğuyla doğrudan ilgilidir.
Bazı tanıklar, güçlülerin yanında sessiz kalır; bazılarıysa konuştuğu için cezalandırılır. Bu noktada mahkeme, bir adalet sahnesi olmaktan çıkar, iktidarın performans alanına dönüşür. Peki, toplumun “sesi” olan tanıklar susturulduğunda, adalet gerçekten tecelli etmiş olur mu?
İdeolojinin Görünmez Eli: Kimin Sözü Meşru?
Her çağrılan tanık, aynı zamanda bir ideolojik seçimin ürünüdür. Tanıklık, sadece olgusal değil, aynı zamanda ideolojik bir eylemdir. Kimi zaman “gerçek”, kurumların çıkarına hizmet ettiği sürece var olur. Bu nedenle, her tanığın mahkemeye çağrılması, aslında devletin “kimin bilgisini değerli gördüğü” sorusuna verilen bir yanıttır.
Bir tanığın çağrılmaması, adaletin değil, sessizliğin meşrulaştırılmasıdır. Bu sessizlik, bir yandan kurumsal iktidarın devamlılığını sağlarken, diğer yandan vatandaşın sistemle olan bağını sorgulatır: Devlet, vatandaşını duymak mı ister, yoksa sadece kendini mi onaylatmak?
Toplumsal Cinsiyet Perspektifi: Erkek Stratejisi, Kadın Etkileşimi
Tanıklık meselesi, yalnızca devlet ve kurumlarla sınırlı değildir; toplumsal cinsiyet ilişkilerinde de derin izler taşır. Erkek egemen siyasal kültür, tanıklığı bir stratejik güç aracı olarak görür. Erkek tanık, genellikle bilgiyle değil, konumla meşrulaşır; onun sözü “otorite”nin parçası olarak kabul edilir.
Kadınların tanıklığı ise farklı bir zeminde şekillenir: toplumsal etkileşim, empati ve dayanışma. Kadın tanık, çoğu zaman adaletin değil, toplum vicdanının sesi olur. Bu fark, siyaset biliminin temel sorusunu yeniden gündeme getirir: Güç mü belirleyicidir, yoksa katılım mı dönüştürücü?
Bu bağlamda kadın tanıklığı, demokratik katılımın en saf biçimini temsil eder. Çünkü o, kurumun değil toplumun çıkarına konuşur. Erkekler stratejik sessizlikle pozisyonlarını korurken, kadınlar konuşarak riske girerler. Bu fark, adaletin cinsiyetli bir yapıya sahip olduğunu gözler önüne serer.
Vatandaşlık ve Tanıklık: Konuşmak Bir Hak mı, Görev mi?
Bir siyaset bilimci için tanıklık, vatandaşlık bilincinin turnusolüdür. Devletin vatandaşına “Tanıklık et!” çağrısı, görünürde adaleti tesis etme girişimi olsa da, aslında vatandaşın itaat sınırlarını test eder. Çünkü tanıklık, sadece gerçeği anlatmak değil, aynı zamanda bir siyasi pozisyon almak anlamına gelir.
Bu noktada provokatif bir soru sormalı: Tanıklık etmeyen vatandaş suçlu mudur, yoksa sisteme karşı bilinçli bir direniş mi göstermektedir? Her tanığın mahkemeye çağrılması gerektiğini savunan düzen, aslında herkesi potansiyel bir “fail” olarak mı görmektedir?
Sonuç: Adaletin Sessiz Tanıkları
“Her tanık mahkemeye çağrılır mı?” sorusu, sadece adaletin işleyişini değil, demokratik toplumun olgunluk seviyesini de test eder. Gerçek bir demokraside, tanıklık zorunluluk değil, bir hak olmalıdır. Ancak iktidarın gölgesinde yaşayan toplumlarda, tanıklık bir sadakat testine dönüşür.
Sonuçta mesele, kimin mahkemeye çağrıldığı değil; kimin çağrılmadığı, kimin susturulduğu ve kimin konuşmaya cesaret ettiğiyle ilgilidir. Çünkü her susturulan tanık, toplumsal hafızadan silinen bir gerçeğin temsilcisidir.
Ve belki de en büyük adaletsizlik, gerçeğin kendisinin tanık sandalyesine hiç oturtulmamasıdır.